Friday, April 19, 2013

I Need that Perrier



    Elizabeth'in şu anki güzelliği bana: "Lhorme, siz yalnızca bok herifin tekisiniz, bakışlarınızı bana yöneltmeyi nasıl göze alıyorsunuz?" diyor gibiydi gerçekten. Ayrıca bu yüz üzerinde bayağılığın, bir anda uyumu bozma ve parlaklığı donuklaştırma gücüyle yaratabileceği yıkımı bildiğim için bu güzellik bana daha da ürkütücü geliyordu. Ucu önceki çağlara kadar uzanan korkunç bir haksızlığa uğramışlık duygusuna kapıldım, kısa ancak şiddetli. Odanın tavanının kusursuz ve buz gibi huzurunun benimle iletişime geçtiği sabah meditasyonu olmasaydı sanırım -utanç ile karışık sinirden- onur kırıcı davranış altında kızarırdım.
    Ardından gelen sessizlikte, Elizabeth bakışlarını kapağını dalgınca okşamaya devam ettiği kitaba doğru yöneltti. Gözlüklerimi çıkarmamıştım ve çıkarmaya da hiç niyetim yoktu. Konuşmaya da niyetim yoktu. Şimdi yalnızca ne söyleyeceğini merak ediyordum, aptalca merak ediyordum. Garsonun getirdiği Perrier'den bir yudum aldığımda, kızın dudaklarının kımıldadığını gördüm, ama hiç bir şey anlamadım. Birahanenin vızıldayan uğultusunu da artık duymadım, sanki biri ansızın sesi kesmiş gibiydi. Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum, bir asır veya bir saniye ve gürültü geri geldiğinde Elisabeth şöyle diyordu:
    - Anlıyor musun, Christian?
    Gülümseyişi üzgün ve yumuşaktı. Arkasından uzun, upuzun kenarlarında yapraksız ağaçlar olan bir yol sonsuzluğa doğru uzanıyordu. Makadam yol yağmurda parlıyordu ve etraftaki kırlar alacakaranlıkta gitgide yok oluyordu.
    - Anlıyorum, dedim ona.
    Ve bu yol üzerinde, oralarda bir yerde, pardösüsüne gömülmüş nereye gittiğini, ne aradığını bilmediğim bir adam uzaklaşırken, ben de Elizabeth'e gülümsedim.

Gönüllü Sürgün-Suerte
Claude Lucas

No comments:

Post a Comment